Hepimiz aynı etten, aynı kemikten ve aynı maddelerden yaratıldığımız, aynı Dünya’da yaşadığımız, aynı gıdalarla beslendiğimiz, aynı suyu içtiğimiz, aynı havayı soluduğumuz, aynı Güneş’ten faydalandığımız halde insanlar olarak bir türlü barış içinde yaşamayı beceremiyoruz. Çünkü birbirimizi gerçek anlamda sevmiyoruz.. Çünkü birbirimizi gerçek anlamda tanımıyoruz.. Birbirimizi ırkımızla, rengimizle, dilimizle, inancımızla ayırarak, birbirimize karşı üstünlük taslıyor, düşmanlık ve nefret üretiyoruz!..
Öncelikle biz kimiz? Kim tarafından ve niçin yaratıldık? Bu dünyaya nereden geldik ve nereye gidiyoruz? Bu dünyaya gönderiliş sebebimiz ve gâyemiz nedir?
Bu soruların aslında iki temel cevabı vardır: Ya bizler bu dünyada zaman içerisinde evrimleşerek, tesâdüfen ve kendi kendine meydana geldik. Dolayısıyla dünyada bulunmamızın her hangi ilâhî bir amacı yoktur. Ölüm, dirilmemek üzere bir yokoluştur. Hayat, bir çıkar ve menfaat mücadelesidir. İnsan bu dünyada, kısa bir hayat içinde her türlü nefsânî ve hayvânî istek ve arzularını tatmin etmek için yaşamalı ve bu uğurda elinden gelen her türlü metoda; hîleye, yalana, yolsuzluğa, hırsızlığa, katliama başvurmalıdır. Ya da insan, onu ve tüm varlıkları bilen ve tanıyan, onları yoktan yaratan, sayısız ihtiyaçlarını karşılayan, sonsuz ilim, irade, kudret ve rahmet sahibi olan bir Yaratıcı’nın yaratmış olduğu bir varlıktır. İnsan bu dünyaya, onu yaratan ve sayısız nîmetlerle donatan Rabbini tanımak, emir ve yasaklarına uyarak O’na kul olmak için gönderilmiştir. Ölüm bir yokluk değil, sonsuz bir hayatın başlangıcıdır. Kıyametten sonra tüm insanlar yüce Yaratıcı tarafından diriltilip yargılanacak, ona göre ya mükâfat ya da ceza görecektir.
Şu an dünyaya genel mânâda hâkim olan, ilk söylediğimiz materyalist/maddeci, natüralist/tabiatçı, pragmatist/çıkarcı, hedonist/hazcı zihniyettir. Ve bu yüzden insanlık, yaklaşık ikiyüz yıldır rahat yüzü görmemiştir.
Şimdi akıl ve mantık sahibi insanlar olarak düşünelim: bizler gerçekten, kendiliğinden ve tesâdüfen, bazı element ve maddelerin doğal olarak evrimleşmesi sonucu meydana gelmiş varlıklar olabilir miyiz? En basit bir iğne bile ustasız, bir harf bile yazarsız, bir resim ressamsız, bir bina mîmarsız meydana gelmediğine göre; bu kadar çok, çeşitli, mükemmel organlara ve özelliklere sahip insanlar, canlılar nasıl kendi kendine oluşmuş olabilir? Bir ilaç, hiç o ilacı meydana getiren farklı oran ve miktarlardaki maddelerin bulunduğu şişelerin bir rüzgârla rastgele devrilmesi sonucunda oluşabilir mi ve böyle bir açıklama akla ve mantığa uygun bir îzah olabilir mi? Her bir canlı ve her bir insan, farklı ve hassas oranlarda alınmış maddelerden yapılmış bir ilaç gibidir. Nasıl ki bir ilacın yapılması için, o maddeleri tanıyan, bilen ve belli oranlarda bir araya getiren kimyâger bir eczâcının olması gerekiyorsa; aynı şekilde, yeryüzünde yüzbinlerce hatta milyonlarca çeşit bitki ve hayvan türündeki canlıların yapılması, o canlıların özelliklerini tanıyan, hangi canlı için hangi maddelerin hangi oranda birleştirilmesi gerektiğini bilen, sonsuz ilim, irade, kudret ve hikmet/amaç sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını gerektirir. Yoksa cansız maddeler ve şuursuz atomlar, bu son derece ilim ve kudret gerektiren hârika ve mükemmel işleri yapamazlar.
Eğer tüm insanlar, kendilerinin yaratılmış ve ilâhî bir gâyeyle dünyaya gönderilmiş olduğunu bu şekilde düşünerek kesin anlamda bilseler ve ona göre hareket etseler; üç günlük geçici bir dünya için boş yere dövüşüp savaşmak yerine, aynı Allah’ın yarattığı kullar olarak, O’nu varlığıyla, birliğiyle ve yarattığı eserleriyle en güzel bir şekilde tanıtan, bozulmamış tek ilâhî kitab olan Kur’anın hükümlerine uymak için hep birlikte gayret ederler. Birbirlerini Allah için severler. Birbirlerinin hakkını yemezler, onları haksız yere öldürmezler. Birbirlerine yardım etmek için ellerindeki tüm imkânları seferber ederler.
Bunun en mükemmel örneğini Peygamber Efendimiz Hazret-i
Muhammed (S.A.V.) ve azîz arkadaşları olan Ashâb-ı Kirâm hayatlarıyla ortaya koymuştur. Çünkü onlar hakkıyla Allah’ı tanıyıp, O’na îman ettiler. O’na hiçbir varlığı ve hiçbir insanı ortak koşmadılar. Allah rızası için birbirlerini sevdiler. Bunun sonucunda, zamanında kan davalı, kanlı bıçaklı olan nice insanlar birbiriyle kardeş oldular. Tüm dargınlıklar, küskünlükler, düşmanlıklar son buldu. Ellerindeki malı, mülkü, parayı, toprağı ve herşeyi Allah için paylaştılar. Yeryüzünü maddî ve mânevî açıdan bir Cennet’e çevirmek için birbirleriyle hayırda ve iyilikte yarıştılar. İslâm’ın ulaştığı her yeri insanlık, adâlet, şefkat ve merhametle doldurdular. Tarih boyunca ulaşılacak en yüksek insânî medeniyeti kurdular. Çünkü onlar, en büyük muallim/öğretmen olarak Hz. Muhammed’e ve kitab olarak Kur’an-ı Kerîm’e uydular.
Bizler; şimdi “Müslüman” olduğumuzu iddia eden bizler, eğer yine Resûlullah’ı (S.A.V.) kendimize rehber, Kur’an-ı Azîmüşşân’ı kendimize yol edinir ve onların ilkelerini gençlerimize hakkıyla öğreterek hayatımızın her sahasında - evde, okulda, iş yerinde, çarşıda, medyada vs.. - İslâm’ı yaşar ve hâkim kılarsak; bendeniz de, Allah’ın izniyle dünyaya barışın hâkim olacağı müjdesini veriyorum! Çünkü aynı sebeb ve şartlar, her zaman aynı sonucu doğururlar. Tarihte bizi dünyaya hâkim kılan İslâmiyet, bizi yine hâkim kılabilir. Yeter ki Allah’ın dîni olan İslâm’a, kitâbı olan Kur’ana ve Resûlünün yoluna sımsıkı sarılalım!..