Peki Hz. Musa tarafından firavunun zulmünden kurtarılan Yahudilere bu tür putperest ve materyalist inançlar nasıl bulaşmıştır? Yazar Aytekin Gezici’nin “İlluminati” kitabından okumaya devam edelim:
“İsrailoğulları’nın (Yahudilerin) Mısır’dan çıkışı hakkında Kur’anda açıklanan önemli gerçeklerden birisi ise, İsrailoğulları’nın Hz. Musa vesilesiyle firavun zulmünden kurtarılmış olmalarına rağmen, Allah’a ve dinine karşı (dâima) isyankâr davranmalarıdır. İsrailoğulları, Hz. Musa tarafından kendilerine tebliğ edilen tevhid (Allah’ın birliği) dinini bir türlü kavrayamamış, sürekli olarak putperestliğe eğilim (meyil) göstermişlerdir.
Kur’anda İsrailoğulları’nın bu sapkın anlayışı şöyle anlatılır:
“İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler: “Ey Musa! Onların ilâhları gibi, sen de bize bir ilâh yap.” O (Hz. Musa): “Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz!” dedi. “Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler de geçersizdir!”
A’raf Suresi, 138, 139
İsrailoğulları’nın bu sapkın eğilimi Hz. Musa’nın tüm uyarılarına rağmen devam etmiş ve Hz. Musa’nın kendilerinden ayrılıp Tur Dağı’na tek başına gitmesi üzerine iyice ortaya çıkmıştır. Samiri adlı kişi Hz. Musa’nın yokluğundan yararlanarak ortaya çıkmış, İsrailoğulları’nın putperest eğilimlerini körükleyerek kavmi, bir buzağı heykeli yapıp ona tapmaya ikna etmiştir.
...
Peki acaba neden İsrailoğulları’nda put yapıp ona tapınmak gibi garip bir eğilim vardır? Bu eğilimin kökeni nedir?
...
Bunun tek açıklaması, İsrailoğulları’nın (...) çevrelerindeki putperest kavimlerden etkilenmeleri, Allah’ın kendileri için seçtiği din yerine putperestliğe özenmeleridir.
Konuyu tarihî kayıtların eşliğinde izlediğimizde, İsrailoğulları’nı etkileyen putperest kültürün, uzun devirler içinde yaşadıkları Eski Mısır olduğunu görürüz. Bizi bu sonuca götüren önemli bir gösterge, Hz. Musa Tur Dağı’nda iken İsrailoğulları’nın taptıkları buzağı heykelinin, aslında Mısır’daki Hathor ve Aphis adlı putların bir taklidi oluşudur. Hıristiyan araştırmacı Richard Rives, “Too Long in the Sun” (Güneşin Altında Uzun Süre) adlı
kitabında şöyle yazar:
“Mısır’ın boğa ve inek putları, yani Hathor ve Aphis, güneşe tapınmanın sembolleriydiler. Bu putlara tapınılması, Mısır’ın güneşe tapınma konusundaki uzun tarihinin sadece bir parçasını oluşturuyordu. Sina Dağı’ndaki (İsrailoğulları’nın tapındıkları) altın buzağı ise, orada kutlanan bayramın güneşe tapınmayla ilgili olduğunu gösterir.”
İlluminati, s. 190-193
Bedîüzzaman Hazretleri, İsrailoğulları’nın ineği (bakarayı),
öküzü (sevri) ve buzağıyı (icli) niçin ilâhlaştırdığını ve bu inancın Eski Mısır’la olan alakasını şöyle açıklamaktadır:
“Mısır kıtası (ülkesi), kumistan olan Sahra-yı Kebîr’in (Büyük Çöl’ün) bir parçası olduğundan Nîl-i Mübarek’in (Mübarek Nil Nehri’nin) feyziyle (bereketiyle) gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o Cehennem-nümun (Cehenneme benzer) sahra komşuluğunda şöyle Cennet-misâl (Cennet gibi) bir mevkî-i mübarekin (bereketli yerin) bulunması, felahât (tarım) ve ziraatı ahâlisinde (halkında) pek mergub (değer verilen) bir surete (şekle) getirmiş ve o sekenenin (orada oturanların) seciyesine (karakterine) öyle tesbit etmiş (yerleştirmiş) ki, ziraati kudsiye (kutsal) ve vasıta-i ziraat (ziraat aracı) olan “bakar”ı ve “sevr”i (öküzü) mukaddes, belki mâbud (ilâh) derecesine çıkarmış. İşte o zamanda Benî-İsrail (İsrailoğulları) dahi o kıtada neş’et ediyordu (bulunuyordu) ve o terbiyeden (eğitimden) bir hisse aldıkları, icl (buzağı) meselesinden anlaşılıyor.”
Sözler, s. 142
Bedîüzzaman, Eski Mısırlılar ve Yunanlılar gibi tabiatperest (tabiata tapan) milletler tarafından ilâhlaştırılan ve putları yapılıp tapılan toprak, hava, su, güneş gibi sebeplerin “Yaratıcı” olamayacağını Kur’an âyetlerine dayanarak şöyle îzah etmektedir:
“Kâh oluyor ki; âyet, zâhirî (görünüşte işleri yapan) sebebi, îcadın (yaratmanın) kabiliyetinden azletmek (ayırmak) ve uzak göstermek için müsebbebin (neticenin) gayelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir. Çünkü; gâyet hakîmâne (hikmetli) gayeleri ve mühim semereleri (önemli sonuçları) irade etmek (istemek), gâyet Alîm (İlim Sahibi), Hakîm (Amaç ve Gaye Sahibi) birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise; şuursuz, câmiddir (cansızdır).
...
“İnsan yediklerine bir baksın. Biz suyu (gökten) bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan dâneler, üzümler, sebzeler, zeytinler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik; size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye.”
Abese Suresi, 24-32
İşte şu âyet-i kerîme (...) “sizin için” lafzıyla bir gayeyi gösterir ki; o gaye, bütün o müteselsil esbab (ardarda gelen sebepler) ve müsebbebat (neticeler) içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir Mutasarrıf (Yönetici) bulunduğunu ve esbab, O’nun (isimlerinin yansıdığı bir) perdesi olduğunu isbat eder.
Evet, “size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye” tabiriyle bütün esbabı, îcad kabiliyetinden azleder. Mânen der: “Size ve hayvânâtınıza (hayvanlarınıza) rızkı yetiştirmek için su, semâdan (gökten) geliyor. O suda, size ve hayvânâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir.
Hem toprak, nebâtâtıyla (bitkileriyle) açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz o toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem, otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten (acıyarak) size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan âyet gösteriyor ki; onlar bir Hakîm-i Rahîm’in (Sonsuz Şefkat ve Gaye Sahibi Allah’ın) perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayata (canlılara) uzatıyor.”
Sözler, s. 411-413
Ayrıca Bedîüzzaman, yaratılmış tüm varlıkların kendi kapasite, güç ve kuvvetlerinin çok ötesinde işler yaptıklarını ortaya koyarak, yaptıkları işlerin diliyle, lisân-ı hâl ile Allah’a dayandıklarını ve mânen “Bismillâh” dediklerini şöyle açıklar:
“Evet, nasıl ki görsen; bir tek adam geldi. Bütün şehir ahâlisini (halkını) cebren (zorla) bir yere sevketti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen (kesin olarak) bilirsin; o adam kendi nâmıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet nâmına (adına) hareket eder, bir padişahın kuvvetine istinad eder (dayanır).
Öyle de: Herşey Cenâb-ı Hakk’ın nâmına hareket eder ki; zerrecikler gibi (küçücük) tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç (mânen) “Bismillâh” der; hazîne-i rahmet (Allah’ın rahmet hazînesinin) meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor (Allah’ın nîmetlerini bizlere sunuyor). Herbir bostan (bahçe) “Bismillah” der; matbaha-i kudretten (Allah’ın kudret mutfaklarından) bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif (farklı) lezîz taamlar (yiyecekler) içinde beraber pişiriliyor. Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillâh” der; Rahmet feyzinden (Allah’ın sonsuz Rahmetinin bereketinden) birer süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak nâmına (yarattığı bütün varlıkların rızkını veren Allah’ın adına) en latîf (güzel), en nazîf (temiz), âb-ı hayat (hayat suyu) gibi bir gıdayı takdîm ediyorlar (sunuyorlar). Herbir nebat (bitki), ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları “Bismillâh” der; sert taş ve toprağı deler geçer. “Allah nâmına, Rahman nâmına” der, herşey ona musahhar olur (itaat eder).
Evet, havada dalların intişârı (yayılması) ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i suhûletle (mükemmel bir kolaylıkla) intişâr etmesi ve yer altında yemiş vermesi, hem şiddet-i harârete (sıcaklığın şiddetine) karşı aylarca nâzik (ince), yeşil yaprakların yaş kalması; tabiîyyunun (tabiatçıların) ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki:
“En güvendiğin salâbet (sertlik) ve harâret (sıcaklık) dahi, emir tahtında (altında) hareket ediyorlar ki; o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Âsâ-yı Musa (Hz. Musa’nın Âsâsı) gibi, “Âsânı taşa vur!” emrine imtisâl ederek (uyarak) taşları şakk eder (parçalar). Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin (zayıf) yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim (Hz. İbrahim’in organları) gibi ateş saçan harârete karşı, “Ey ateş! Soğuk ve sâlim ol!” âyetini (mânen) okuyorlar.”
Sözler, s. 6, 7
İşte bu ve buna benzer ilmî, aklî ve mantıkî açıklamalarıyla Bedîüzzaman, günümüzde “Yaratıcı” olarak sunulan “tabiat” ve “sebepler” putunu kırmakta, modern sihirbazların sihir ve büyülerini yok etmekte ve Allah’ın kudret ve rahmet mucizelerini gözümüz önüne sermektedir. Tüm bu sebeplerden dolayı Bedîüzzaman Hazretleri’nin Risâle-i Nur eserlerinin, çağımızın mânevî bir Âsâ-yı Musa’sı olduğunu söyleyebiliriz.